Duygusal Hikaye Ayna güzel kisa bir hikaye
Duygusal Hikaye Ayna güzel kisa bir hikaye
Hepimizin hayatı,yorumlara bırakılmıs islerle,ertelenmis umutlarla dolu.Calışıyoruz calışıyoruz.Hayatın tüm güzel renklerini ellerimizle itiyoruz...Sanki tüm yarınlar bizimmis gibi,hayaller kurup duruyoruz...Daha Fazla hikayler icin.
Ayna
Adamın biri, ilk defa gittiği şehrin tarihi çarşısına uğradığında, bir dükkana girerek;- Hatıra eşya almak istiyorum, demiş.Ne tavsiye edersiniz? Dükkân sahibi yaşlı zat,adamı tepeden tırnağa süzüp: Buranın en meşhur malı, aynalardır evladım, demiş.
Ama onları almaya güç ister.Adam, hiç düşünmeden: Ben, yaşadığım şehrin en zengin insanıyım, diye atılmış. Benim için para önemli değil.İhtiyar, dudak büküp: İnşaallah gücün yeter, demiş. Çünkü padişahlar bile alamadı onları.Adam, ses tonunu iyice yükselterek:- Benim elde edemeyeceğim şey yoktur!..diye direnmiş. Fiyatları ne kadar?İhtiyar adam:
Seçeceğin ayna ya bağlı, diye gülümsemiş. Günümüze ait aynaları normal fiyata alabilirsin. Fakat eski aynalar pahalıdır.Hele hele antikalara gücün yetmez. Ama geleceğin aynası bedavadır, fakat onu görsen pek beğenmezsin.Adam, bu sözleri pek anlamamış. Ama merakından çatlayacak gibiymiş. Aynaları bir an önce görmek istediğinden, yaşlı adamın koluna girip,dükkanın arka bölümüne geçmiş.Yaşlı adam, elindeki baston ile işaret ederek:- Sana ilk önce günümüze ait aynayı göstereyim, demiş.Çerçevesi gümüştendir. Fiyatıysa sadece üç altındır.
Adam, duvarda asılı duran kristal aynayı kısa bir süre incelemiş. Ve ona bakarak saçlarını düzelttikten sonra:- Bunun bir özelliğini görmedim, demiş. Evimde de bundan üç dört tane var.Yaşlı adam, seke seke ilerleyerek:- O halde bu aynaya bak!.. demiş. Çeyrek asır öncesine aittir. Çerçevesi bakırdandır. Fiyatı ise yüz kese altındır.Adam:- Herhalde şaka yapıyorsunuz, diye gülümsemiş.
Böyle basit bir ayna,on altın bile etmez.İhtiyar adam:- Ben sana söylemiştim!.. diye kızmış. İsterseniz vazgeçin.Adam, iş olsun diye aynaya baktığında, bağırmamakiçin kendini zor zaptetmiş. Gözlerini ovuşturarak baktığı aynadaki görüntü, onun yirmibeş yıl önceki haline aitmiş. Ne başının büyük bölümünü saran beyaz saçlar varmış bu görüntüde, ne de yüzünü kırış kırış eden derin çizgiler.Adamın aynaya takılan gözleri, biraz sonra fal tşı gibi açılmış. Çünkü aynadaki gençlik görüntüsünün hemen arkasından,sevdikleri geçiyormuş birer birer.Büyük bir dehşet içinde:-
Aman Allah'ım!.. diye bağırmış.Bu geçen,kız kardeşim değil miydi? Hem de henüz kanser olmadan önce.Daha sonra, en sevdiği teyzesi ve dayısı da geçmişler, adamın görüntüsü ardından. Her ikisi de, çeyrekasır önceki halleriyle.Adam, dayanamayıp başını çevirmiş aynadan.
İhtiyar, ona sokulup:- Bu işten vazgeç!. demiş.Zaten bir çok insan da öyle yaptı.- Hayır!. diye itiraz etmiş adam. Kardeşimi özlemiştim, dayımla teyzemi de.- Peki!. demiş ihtiyar. Şu gördüğün bir antika aynadır. Çerçevesi ahşaptır. Değeriyse bin kese altın eder.Adam,oraya doğru ilerlerken,korkusundan vazgeçmiş. Ama merakını yenemeyip aynaya baktığında, küçük bir çocuk gibi çığlık atlmış. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk duruyormuş karşısında. Soluk yüzlü, incecik, dişleri dökük ve saçları dağınık bir çocuk.- Aman Allah'ım!.. diye bağırmış. Bu benim çocukluğum.
Cebimdeki sapan bile duruyor.Adam, biraz sonra sendeleyerek duvara tutunmak zorunda kalmış. Bu sefer, 30-35 yaşlarındaki halleriyle annesi ve babası geçiyormuş geriden. Daha sonra da, nur yüzlü dedesi. Annesi, her gün defalarca yaptığı gibi, öpüvermiş onu yanağından. Babası ise, er zamanki şakacılığıyla, ensesine bir şaplak atmis yavrusunun.Adam, kaçarcasına uzaklaşmış oradan. İhtiyarın yanına yığılmış ağlayarak.Yaşlı adam:- Gerçek aynalar böyledir evladım!.. demiş.
Bu yüzden de ulaşılmaz onlara.Adam, biraz olsun kendine geldiğinde, dükkandan atmak istemiş kendini. Fakat tam çıkacakken:- Bedava aynalardan söz etmiştiniz, demiş. Onu da merak ettim.İhtiyar adam:- Ona hiçbakma evlat!. diye atılmış. Bu gün çok fazla yoruldun, kalbin dayanmaz.-
Mutlaka bakmalıyım!. diye ısrar etmiş adam. Gördüğüm şeylere artık alıştım.Yaşlı adam, çaresiz kabul etmiş ve duvarlara asılanlardan farklı olarak, dükkanın döşemesi üzerine indirilen bir aynayı gösterip:- İşte bu da geleceğin aynası!. demiş. Çerçevesi altından olup bedavadır. Ama onu hiç kimse almadı.Adam:- Geleceğin aynası ha!.demiş.Üstelik de altından ve bedava...İhtiyar, hiç sesini çıkartmamış.
Adam ise, emin adımlarla aynaya doğru ilerlemiş ve bakmak için yere eğildiğindei oracığa yığılıp kalıvermiş.Yaşlı adam:Geleceğin aynasında ne göreceğini tahmin etmen ve ona göre hazırlıklı olman gerekirdi evladım, demiş. Senin de gücün yetmedi demek ki...İhtiyar adam, müşterisinin cansız vücudunu kucaklarken, onun ayndaki görüntüsüne bakmış.Kuru bir iskelet görünüyormuş ! Alinti
Okuyanı ağlatan gözyaşı hikayeleri BEYAZ DÜŞLER
Okuyanı ağlatan gözyaşı hikayeleri
Gökhan Zafer’in kaleme aldığı Gözyaşı hikâyeleri, okuduğunuzda gözlerinizden damlaların gelmesini zorlayacak türden bir hikaye.
Gözyaşı Hikâyeleri’nden hafızanızda iz bırakacak bir hikâyeyi sizlerle paylaşıyoruz.
BEYAZ DÜŞLER
İlk dersine girecekti. Elini kapının koluna atmış öylece bekliyordu. Heyecanının, bir sürpriz yapmasından korkuyor, derin derin nefes alıp veriyordu. Yaşayacakları, önceden çekilmiş bir film gibi zihninde canlanıyordu. İçeri atacağı ilk adımda, hafif gürültülü ayağa kalkacak çocuklar, ilk cümlesi, onlarla tanışma anı, onların tek tek ayağa kalkıp isimlerini söylemesi, seyrettiği filmin önemli birkaç sahnesiydi. Son kez derin bir nefes aldı. Bütün vücudu titriyordu. Heyecanını bastırmaya çalıştıkça daha çok üşüdüğünü fark etti. Sol kolu buz gibi soğuktu. Kapının kolunu yavaşça aşağı indirip içeri girdi. Gördükleri karşısında bir an kalbi duracak gibi oldu. Bembeyaz önlükleriyle otuz kadar çocuk, gülümseyen yüzlerinde ışık saçan gözleriyle ona bakıyordu. Burası sınıf değildi. Cennetten bir bahçenin güzelliğini andırıyordu.
Defalarca provasını yaptığı “Günaydın çocuklar” zihninden uçup gitmişti. Kapının önünde duruyor, hayran olduğu manzarayı seyrediyordu. Çocuklardan birinin yanına gelip,“Öğretmenim zil çalıyor. Çıkabilir miyiz?” demesiyle kendine geldi. Oysa ders daha başlamamıştı. Bu zil de neyin nesiydi? Üstelik, genç öğretmenin kulağınındibinde çalıyordu sanki.
Genç öğretmen gözlerini açtığında, her ihtimale karşı normal zamanından biraz daha erkene kurulmuş çalar saat, başucunda alabildiğine çalıyordu. Üzerine örttüğü yorgan yere düşmüştü. Sol kolu, en az dışarısı kadar soğuk olan duvara yapışmış ve uyuşmuştu. Yıllardır uykusunun en güzel yerini katletmeye kurulmuş çalar saati, bukez de güzel bir düşün katili olmuştu.
Yatağından doğrulup ayağa kalktı. Gece bütün şiddetiyle yanan soba, sabah olmadan sönmüş, dışarıda pusu kuran soğuk bu boşluktan yararlanıp odayı ele geçirmişti. Perdeleri açmak için kolunu uzattığında, belinden gelen bir kaç çatırtıyı duydu. Bütün vücudu uyuşmuştu. İki kolunu yanlara doğru alabildiğine açıp gerildikten sonra perdeleri araladı. O uyurken, melekler dışarıya bembeyaz bir örtü yaymıştı. Neredeyse yarım metreyi bulan kar, belli ki bütün gece hiç kesmeden yağmıştı. Zaman kaybetmeden yola koyulmalıydı. Dolaptan en kalın elbiselerini çıkarırken, içinden “İnşallah yollar kapanmamıştır.”diye dua ediyordu. Zira epeyce uzaktaki okuluna gidemeyebilirdi. Kat kat giyinip, elinde kitaplarıyla dışarı çıktı.
Dışarıya attığı ilk adımda anladı ki içerdeki soğuk, dışarıdakinin küçücük bir göstergesiydi.
Karda yürümek hayli zor olmasına rağmen, otobüsü beklemek için köy yoluna kadar yürüdü. Yolda hiç iz olmaması, dün geceden beri kimsenin geçmediğini anlatıyordu. Üzerine giydiği elbiseler cesaret olup vücudunu sarmıştı. Otobüs gelene kadar bekleyebileceğini düşündü.
Yarım saat geçmesine rağmen ne gelen, ne de giden vardı. Belli ki yollar kardan kapanmış, uzun süre açılmayacaktı. Kapanan yol, geride iki seçenek bırakmıştı. Genç Öğretmen, ya yollar açılana kadar bekleyip okula gitmeyecekti. Ya da yürüyerek gidip çocukları bekletmeyecekti. Gözünün önüne sabaha karşı gördüğü rüya geldi. Her saniyesini hatırladığı rüyayı yeniden yaşar gibi oldu. İçinde alevlenen aşk önünde dağ gibi duran karları eritmişti. Ne olursa olsun okula gitmeye karar verdi.
Genç öğretmen, neredeyse yolu yarılamıştı. Karlara bata çıka ilerliyor, arada bir durup soluklanıyordu. “Kim bilir, çocuklar nasılda sabırsızlanıyordur.”diyordu. Daha hızlı yürümeye çalışıyor, karların üzerine rastgele atıyordu soğuktan hissetmediği ayaklarını.
Epeyce yaklaşmıştı. Kar yeniden yağmaya başlamış, beraberinde davetsiz bir fırtına getirmişti. Artık hiçbir şey görünmüyordu. Genç öğretmen ne tarafa gideceğini bilemiyor, dua ediyordu:“Allahım, o küçük çocukların üzerimde hakkı kaldı. Bu hakkı ödemeden bana son nefesimi verdirme... Üniversitede beni okutan, kalacak yer verenfedakâr abilerime söz verdim. Gittiğim her yerde güzel insanlar yetiştireceğim dedim. Ne olur Allahım sözümü tutmama fırsat ver. Yardım et bana... Bir yol göster. Ne olur yardım et...”
Hangi yöne gittiğini bilmiyordu. Elinde tuttuğu kitapları farkında olmadan düşürmüştü. Tek düşündüğü bir an önce okula gitmekti. Artık, kara gömülen ayaklarını kaldırıp ileri atmakta güçlük çekiyordu. Göz kapakları büyük bir direnişe başladığında, zorlukla açılan ağız, aynı kelimelerle yalvarıyordu “Allahım, bana güç ver…”
Tipi, kar ve soğuktan örülmüş duvar aşılamıyordu artık. Nereye gittiğini bilmeden atılan adımlar verdi kötü haberi. Genç öğretmen; olduğu yere düşmüştü. Kalan son gücüyle kalkıp tekrar yoluna devam etmek için çabaladıysa da, bu olmadı. Gözleri kapandığında; tipi, kar ve soğuk durmuştu. Kar beyazı elbiseleriyle otuz kadar çocuk, gülen yüzlerinde ışık saçan gözleriyle genç öğretmene bakıyor, hep bir ağızdan“Hoş geldiniz öğretmenim, geleceğinizi biliyorduk.” Diyordu. O artık, rüyasında gördüğü cennet bahçesinin içindeydi...
Köylüler, onu günler sonra bulabildi. Üzerine yağan kar, genç öğretmenin kefeni gibiydi...
Aşk Acısı Tasimayan Yürek Ya Deliye Aittir, Yada Ölüye
Aşk Acısı
Acı… Binlerce çeşidi var acının da, aşkında. Bizim yaşadığımız neydi? Aşk mı, savaş mı, intikam mı yoksa aldatmaca mı? Neydi önceleri bizi bir arada tutan, sonraysa düşman eden şey? Sordun mu hiç kendine bize ne oldu diye? Ah, bize ne oldu?.. Öyle çok düşündüm ki bu soruyu, artık anlamını yitirdi bende. Öyle çok cevap aradım ki… Ama her seferinde sanki tüm kilitler sende çözülecekmiş, sanki tüm soruların cevabı sendeymiş gibi ellerim boş döndüm zihnimin çıkmazlarına… Acının tüm evrelerini yaşadım ben sensizlikte, bu terk edişte… Önceleri dayanılır gibi değildi.
Nefes alamıyordum sanki. Geceler hiç bitmiyordu. En çok gecelerde anladım ben seni ne çok sevdiğimi…
En çok geceleri özledim teninin o bebeksi kokusunu… Bazen çıldırıyorum sanıp Allah’a dualar ettim; ne olur aklımı koru, diye… Dayanılır gibi değildi, tükenmiştim. Gözlerim o güne kadar bu denli gözyaşı dökmemişti. Çıkış bulamıyordum, aklım almıyordu.. Sen… Benim ilk ve tek ve en büyük aşkım, dokunmaya kıyamadığım, bakmaya doyamadığım yarim, bunu bana nasıl yapmıştın? Bana kıyamayan sevgilime ne olmuştu? Nasıl olup da birden bu kadar acımasızlaşmıştın? Halbuki ben…
Ahh, ben seni ne çok sevmiştim… Tarif edilmez, anlatılmazdı sana olan tutkum. Sen benim hem çocuğum, hem aşkım, hem dostum, özlemim, hasretim, her şeyimdin… Öyle ki, sensizlik dünyada başıma gelebilecek en korkunç şeydi…
Çoğu zaman ortada hiç bir şey yokken, ağlardım ben, ya bir gün gelirde benden bıkarsan, diye… Kara sevdamdın, duman duman yanardın gönlümde her daim. Yanındayken bile özlerdim seni. Başım omzunda otururken, akşam olacak ve ben sensiz kalacağım diye içim giderdi…
Tüm bunları düşündükçe, fazla yaşamam diyordum; ben bu acıyla fazla yaşayamam…
Yanılmışım… Meğer sensizde yaşanıyormuş. Bunu anlamam çok uzun zaman aldı. Önceleri kabul etmiyordum ayrılığı…
Nasılsa bir gün gelecek ve sen bana dönecektin, yine benim olacaktın.
Evet, bana tüm yaptıklarına rağmen sana kızamıyor, yine bana dönmeni istiyordum… Ben nasıl sensiz mutlu değilsem, sende bensiz mutlu olamazdın. Bir süre böyle dindirmeye çalıştım bitmeyen acımı. Sonra, yavaş yavaş asla geri gelmeyeceğini anladım. Sen yolunu çizmiştin işte. Beni geride bırakmıştın. Hem de çok geride… Bunu anlayınca önce acılarım geri döndüler insafsızca. Ama neden sonra, buna da alıştım ve kabul ettikçe rahatladım. Durum buydu. Yapacak hiçbir şey yoktu kabullenmekten başka. Sonra bir zaman sana beddua etmekle geçti. İnşallah mutlu olamazdın. Benim seni sevdiğim gibi severdin inşallah bir vefasızı ve benim gibi terk edilirdin.. Sen sevdikçe o kaçsın istedim. O da seni geride bıraksın istedim. Çok sev ama hiç sevilme istedim…
Sonra bunlarda geçti. Acım yavaşça da olsa diniyordu artık. Sensizliği, terk edilmişliği kabullendim. Bu da geçecek dedim hep. Bir gün gelecek ve sen de unutulacaksın. Ve nitekim öylede oldu. Belki unutmadım seni ama artık canımı acıtamıyorsun. Kahretmiyorum senle geçen günlerime, lanetler yağdırmıyorum sana, beni bırakışına… Başkalarının acılarına bakıp teselli ettim kendimi. Ah bir bilsen ne acılar var bu dünyada… Dedim ya, acının da binlerce çeşidi var. Bir sokak çocuğunun, ufacık bir hediyeyle yaşadığı mutluluğu görüp utandım kendimden.
O çocuğun gözlerindeki kederi görünce ne boş şeylere üzüldüğümü anladım. Ben aşkımızı kutsal sanırdım, ama o gün o çocuğu bir nebze mutlu edince kutsallığın ne demek olduğunu anladım ve yine utandım kendimden ve sana akıttığım yaşlardan… İşte böyle… Ben seni yendim. Ben sensizliğe göğüs gerdim ve sana ezilmedim. Çok şey öğrendim sayende. Artık bulanık değil gözümde hiçbir şey. Tüm sorular cevabını buldu. Hepsinin bir tek cevabı vardı… Sen beni sevememiştin!.. Tüm yaşananların tek nedeni buydu işte. Çünkü sevmek bambaşka bir şey. Sevmek; fedakarlık, sevmek; sabır, sevmek; cesaret…
Her şeyden önce sevmek, acıyı göze almaktır. Ben tüm bunları kabullenerek sevdim seni. Zoru görünce kaçmadım. Senin için direndim, savaştım. Sonrada payıma düşen acıyı çektim.. Ben aşka borçlu değilim. Bedelini çok ağır ödedim. Ben aşka küskünde değilim. O görevini yaptı. Bizi karşılaştırdı ve sonrada dedi ki; aşkı bulmak herkese nasip olmaz. Mademki baş koydunuz bu işe, öyleyse gösterin yürekliliğinizi… Ben dimdik yürüdüm aşka, sense kaçtın!.. İşte her şey bundan ibaret. Durum bu… Anladım ki, mutluluk senin tekelinde değil! Yüzümün gülmesi için gözleri görmem gerekmiyor. Ben sensizde gülebiliyorum artık. Ah, bir bilsen çocuk!.. Ne çok gözyaşı döktüm ben senin uğruna, hem de senin umurunda değilken. Halbuki gözyaşları, yüreklerde saklanan incilermiş. Akıtmamak gerekirmiş boş yere. Çünkü çocuk, bir gün gelip de kendinden daha önemli şeyler olduğunu anlarsan hayatta, başını kaldırıp bakarsan çevrene göreceksin.. O inciler yürekleri dağlayarak çıkıyorlar dışarı. İşte bunun için boşa akıtmamak lazım gözyaşlarını; boşa geçirmemek lazım zamanı. Bana bunları öğrettiğin için, beni acı çekerek olgunlaştırdığın, en önemlisi de kutsallığın ne olduğunu anlamamı sağladığın için sağ ol!..